30 Temmuz 2009 Perşembe

Elano ve Galatasaray Üzerine

Elano'yu tanıtalım önce, kısaca. Çıkış yaptığı ilk kulübü olan Santos'ta, 2001-2005 yılları arasında forma giydi. Brezilya'nın yetiştirdiği diğer önemli yetenekler Robinho ve Diego da, 2002 yılından itibaren Santos forması giymeye başladı. Diego 2004 yılında, Robinho ise Elano ile birlikte takımdan ayrıldı. Bu denli büyük futbolcularla birlikte, eş zamanlı kadroda bulunmasına rağmen, 4 sezonda tam 131 maça çıkmış bir futbolcu Elano. Sezon ortalaması 32-33 maç demek. Brezilya'da takımların, bir sezon boyunca toplam 40-50 maç oynadığını hesap edersek, Robinho ve Diego ile birlikte oynayan bir futbolcu için hiç de fena sayılmamalı bu rakam. Santos kulübü, bu 3 oyuncunun varlığında 2002 ve 2004 yıllarında Brezilya SeriA şampiyonu oldu ayrıca, belirtmek gerek. Bireysel olarak başarılı değildi Santos'ta Elano yalnızca, takımını da birkaç üst basamağa taşımayı başardı, Robinho ve Diego gibi yıldızlarla birlikte.

Santos'tan 7 milyon euro karşılığında Shaktar Donetsk'e transfer oldu. Orada da istikrarını devam ettirdi ve sezonda ortalama 24.5 maça çıktı. Ne var ki, Shaktar ondan istediği geliri elde edemedi. Aldıkları fiyatın yalnızca 1 milyon euro üstüne Manchester City'e gönderdiler. Özellikle, takımdaki ilk senesinde ve ikinci senenin ilk devresinde gösterdiği performans çok etkiliydi. İkinci yarıda bir düşüş yaşadı ve Arap, Abu Dhabi grubunun satın aldığı kulüp tarafından, doğal olarak gözden çıkarıldı sezon sonunda. Bunda, geçen sezon Stephen Ireland'ın göstediği harika performans ve Gareth Barry transferlerinin de etkisi var mutlaka. Bu iki oyuncudan formayı kapmanın zor olacağını bilen Elano da takımda kalmaya fazla istekli değildi. Inter ve Milan söylentileri de geçti onun için, ki bana göre Milan söylentileri doğruydu, Andrea Pirlo'nun satışının söz konusu olmasından dolayı. Galatasaray tercihinin sebebinde en önemli etken şüphesiz, almış olduğu forma garantisidir. Seneye, 2010 Dünya Kupası var ve Elano, Brezilya Milli Takımı'nın her daim ilk 11'inde yer alan bir oyuncu. Manchester City'de kalsaydı veya Milan'a gitseydi, önümüzdeki Dünya Kupası'nda oynama şansını riske atabilirdi. Galatasaray'da bu sezon göstereceği iyi performans, ona Dünya Kupası'nda forma şansı olarak geri dönebilir. Gerçekçi olmak gerekirse, Elano gibi en üst düzey takımlarda forma giyebilecek bir oyuncunun yıllarca Galatasaray'ın parçası olabilmek adına, İstanbul tercihi yaptığını söylemek haksızlık olacaktır. Muhtemelen, bu sezonki iyi bir oyunun ardından, Dünya Kupası'nda da ismini parlatıp, Avrupa'nın birinci sınıf kulüplerine geri dönüş yapmak isteyecektir, yaşı 30'u görmeden. Böyle bir satış söz konusu olsa da olmasa da, Galatasaray kazanan taraf olacaktır. İlk seçenek iyi bir bonservis ücreti, ikinci seçenek kadroda Elano gibi kaliteli bir oyuncu demek olacak.

Elano'nun, göstereceği bireysel performansın ötesinde, Galatasaray'ın ilk 11'inde ve şablonunda çeşitlendirmeler yaratacak bir futbolcu olması çok önemli. Emre Çolak'ın PAF takıma yollanırken, Serdar Eylik'in A takımda tutulması, Arda Turan'ın orta alanın ortasında düşünüldüğünün bir göstergesiydi bana kalırsa. Ama, genel geçer doğru yoktur futbolda hiçbir zaman. Oturmuş ve kalıplaşmış bir sistem her zaman iyidir ve bir geleneğin ortaya çıkmasını sağlar, ki muhteşem bir şeydir bu. Ama, yeri geldiğinde ve gerektiğinde bu kalıplaşmış sistemin ve oyun yapısının dışına çıkıp çeşitli opsiyonlar yaratabilmek de oldukça önemli ve kilit bir noktadır.

Elano'nun, Galatasaray'a birden fazla opsiyon ve açılımlar sağlayacağını düşünmemin en önemli sebebi, Brezilyalı futbolcunun birden çok mevkiide görev yapabilmesi. Evet, bir orta saha oyuncusu ama mevkiisi içinde değişikliklere son derece müsait bir yapısı bulunuyor. FM tabiriyle, orta sahanın ortasında, midfielder center (MC), olarak kullanılabildiği gibi; - yine FM tabirleriyle devam edelim - AMC, AMR ve hatta AML pozisyonlarına kayabilmesini mümkün kılan bir oyun yapısı var, Elano'nun. Elano, klasik bir 10 numara değil. Ancak "oyunun her iki yönünü oynayabilen oyuncu" kalıbının da tam olarak içinde sayılmaz. Nevi şahsına münhasır diyebileceğimiz bir yapısı var ve illa kadro içinden birine benzetmek gerekirse, Ayhan Akman'ın 2-3 gömlek üstünde bir kaliteye sahip olan ve Ayhan'ın biraz daha kaleye yakın olanı diyebiliriz, kendisi için. Top kontrolü, bu ligin görüp görebilecekleri arasında en iyisi. Oyun zekası üst seviyede ve çok iyi bir pasör. "İyi pasör" derken kast ettiğim, Lincoln gibi tek bir pasta takım arkadaşlarını rakip kaleciyle karşı karşıya bırakabilmesi değil. Daha ziyade, oyunu kuran, takımın maestroluğunu üstlenen, takımı yönlendiren türden paslar bunlar. Uzaktan şutları ve frikiklerinden de, sezonda size 5-10 gol arasında bir rakam garanti edebilecek bir oyuncu. Ciddi sakatlık sorunları yaşamış bir futbolcu değil ve iş ahlakı da, Brezilyalıların genelinden biraz daha farklı. Bu yönüyle ön plana çıkmayabilir ama bu yönünün sorun yaratmayacağını ve takıma zarar vermeyeceğini söylemek, eminim pek çok kişiyi rahatlatmaya yetecektir.

Gelelim, Arda-Elano birlikteliğine. Galatasaray'ın şu anki mevcut 4-1-2-3'ünde, orta ikilini yaratıcı özelliklere sahip olması bir gereklilik. Bu açıdan Elano transferi oldukça önemli. Ancak, ikisinin birden tercih edilecek olmasına pek ihtimal vermediğimi söylemeliyim. Arda ve Elano ikilisi, klasik 10 numaralardan farklı olarak, sahada koşmayı ve mücadele etmeyi size garanti edebilir; ancak, Arda'nın ortada oynadığı Tobol maçında, daha çok bir serbest oyuncu hüviyetinde olduğunu belirtmek gerekiyor. Zaten, böylesine yetenekli bir oyuncuyu sabit olarak bir noktaya çivilemek pek de mümkün ve doğru bir tercih olarak gözükmüyor. Lakin, Arda ortada oynarken, partnerleri Mustafa Sarp ve Ayhan Akman gibi oyunculardı ve zaman zaman yerini kaybeden ve kanatlara açılan Arda'nın yerini az çok idare edebiliyorlardı. Buna rağmen Tobol'un, üst üste 2-3 pasta Galatasaray defansıyla karşı karşıya kaldığını düşünürsek, Arda ve Elano ikilisinin, çok daha güçlü rakipler karşısında, bu bakımdan sıkıntı yaratabileceğini söyleyebiliriz. Üstelik, Elano da Arda gibi hücumu seven bir oyuncu. Bu birliktelik denenebilir ve bazı takımlara karşı olumlu sonuçlar da elde edilebilir, ama süreklilik arz eden bir tercih olmaz. En azından benim gözümde. Arda ve Elano'yu yan yana oynatmaktansa, geçen sene dahi zorlandığının sinyallerini veren Kewell'ı bir rotasyon oyuncusuna dönüştürüp yedek kulübesine büyük bir güç katmak ve yukarıda sıkça bahsettiğimiz Elano'nun yaratacağı çeşitli opsiyonlardan faydalanmak en doğrusu gibi görünüyor.

Galatasaray'ın orta sahadaki üçlüde kullanabileceği oyunculara bir göz atalım; Mustafa, Ayhan, Linderoth, Mehmet, Arda, Elano, Barış. Kanatlardaki opsiyonlar ise şöyle; Keita, Kewell, Arda, Elano, Yaser, Serdar Eylik. Orta saha rotasyonu açısından elinin oldukça kuvvetli olduğu söylenebilir Galatasaray'ın. Orta sahadaki üçlüden, birinin biraz daha geride ve emniyet sibobu göreviyle kullanılacağını biliyoruz. Bu isim, sakatlığından sağlıklı bir biçimde dönmesi halinde, yüksek bir olasılıkla Mehmet Topal olacaktır. Arkasında da Mustafa Sarp bekleyecek. 3. opsiyon olarak da, hem ortadaki ikilide, hem emniyet sibobu görevi görebilecek olan Tobias Linderoth. Burada, herhangi bir sıkıntının yaşanacağını zannetmiyorum. Onların önüne geliyoruz; bu 3 ismi çıkardığımızda elde kalıyor Ayhan, Barış, Arda ve Elano. Barış, şu ana kadar pek kullanılmadı ve Frank Rijkaard'ın akıl futbolunda kendine yer bulabilmesi de açıkçası kolay gözükmüyor. Zira kendisi, Galatasaray takımının görüp görebileceği tekniği en zayıf orta saha oyuncularından biri. Yine de, yedek kulübesi için gayet iyi bir isim olacaktır. Kalan 3 isimden Ayhan Akman'ın da ilk 11'e yerleşeceğini farz edersek, elde Arda Turan ve Elano kalıyor. Galatasaray'a opsiyon yaratan durum, işte bu. İster, Arda Turan'ı ortada kullan, Elano'yu ileri üçlünün sağına at ve sol tarafta Serdar-Kewell ikilisinden birinden faydalan. Ki, bu durum da sağ tarafta Keita dışarıda kalıyor. Elano'yu dışarı alıp Keita da oraya yerleştirilebilir dolayısıyla. Veya, Elano ortada kullanılır, Arda Turan alışık olduğu mevkiiye geçer, sağ tarafta Keita'dan faydalanılır, ki şu an en akla yatkın seçenek bu gibi görünüyor. İster, Arda ile Elano'yu iki kanatta kullan, orta sahaya Barış gibi bir mücadeleci ismi ekle... Opsiyonlar bol kısacası. Bunun dışında, Elano'nun forvet arkasında, supporter oynamaya yatkın bir isim olması, sistem opsiyonlarını da beraberinde getiriyor. Gerek duyulduğu anda, 4-2-3-1 ve baklavalı 4-2-2 sistemleri tercih edilebilir...

Galatasaray kadrosu, şu an gayet yeterli ve yeni sezona hazır görünüyor. İleride tek santrfor olarak değerlendirilecek olan Milan Baros'un iyi bir yedeği hali hazırda yok. Özgürcan ve Erhan Şentürk denendi, ama olmadı. Cem Sultan da aynı şekilde. Serkan Çalık da henüz sakatlığını atlatabilmiş değil. Shabani Nonda da, hazırlık kampında görüldüğü kadarıyla 2007-08 sezonundaki performansına geri dönüş yapmaya pek niyetli değil gibi. Bu durumda akla hiç gelmeyen ama denenebilecek bir opsiyon cepte duruyor: Abdulkader Keita. Fildişili oyuncunun sağ açıktan sonra en verimli oynadığı bölge, Milan Baros'un oynadığı bölge. Elbet, etkinliği Baros'a göre daha az olacaktır ve Baros'un sakatlık veya başka sıkıntılar çekmesi halinde, eksikliği her ne olursa olsun hissedilecektir, ama Keita ve Elano transferlerine ödenen 15 milyon euro civarında bonservisten sonra, Galatasaray yönetiminden bir de Milan Baros'u yedekleyecek santrfor transferi beklemek haksızlık olabilir...

Elano Blumer

Uzun saçlarına kurban olduğumun Haldun Üstünel'i yine yaptı yapacağını. Tam uyumaya yeltenirken, arkadaşlarımdan aldığım bir telefon yataktan devrilmemi sağladı doğrusu. Şu sıkıcı geçen, sıcak Adana gecesinde büyük mutluluk benim adıma. Şu iki sezondur, kombineye verdiğimiz paraya fazlaca değecek işler yapıyor Galatasaray yönetimi. Hatta ben bir bu kadar para vermeye de razıyım, böyle transferler olacaksa. Babam razı mı bilemiyorum ama... Artık Avrupa'da özlediğimiz başarı çok da uzakta değil sanırım. Neyse kısaca çok önemli transfer şüphesiz, şu mutluluk verici postu resmi sitede ki Elano haberiyle bitirmek en doğrusu sanırım. Tabi sitedeki değerlendirmenin kat kat iyisini Mesut illaki yapar. Top sende Mesut!..

" Galatasaray, Manchester City'nin Brezilyalı Yıldızı Elano Blumer'le 4 yıllık sözleşme imzaladı.28 yaşındaki Elano, orta sahada hücuma yönelik görev yapabilen, her iki ayağına da hakim, uzaktan etkili şutlar atabilen ve gerektiğinde orta sahanın farklı mevkilerinde oynayabilen bir isim.Mevkisinde Kaka, Ronaldinho, Diego, Juninho gibi isimler olmasına karşın tam 35 kez Brezilya Milli Takım forması giyen Elano, 6 gol kaydetti.Disiplinli futbolunu tekniğiyle birleştirebilen ender Brezilyalılar'dan birisi olan yıldız futbolcu, Manchester City'den önce Shakthar Donetsk ve Santos takımlarında forma giydi.Brezilyalı yıldız, Cuma günü İstanbul'a gelecek. Elano'nun geliş saati ve imza töreniyle ilgili bilgiler GSMobile ve GSTV'den açıklanacak."

Not: Bu post gözler dolu, eller titreyerek yazılmıştır. Her türlü mübalağa girişimi ciddiye alınmaya. Yazım hataları hoş görüne.

Not2: Buyur burdan yak dayı.

Şen ola Cimbom, şen ola...

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Asker Sözü


"Elbette bizi eleştirmek isteyenler olacaktır. Ancak şunu söyleyeyim: Biz 5 yeriz, 7 yeriz ama 6 yemeyiz. 7 yeriz, 9 yeriz ama 8 yemeyiz"
Yürüyedur Yiğido!

Zlatan



What do you know about the history of Barça and its player?

"Some great stars have played for Barça. Ronaldo, Romario, Stoichkov, Hagi, Maradona, Ronaldinho..., they're great names. Everyone knows them and becoming a part of that history is one of my objectives. Everyone wants to come to Barça but not just anyone can do that."

Kafan Güzel Mi Leonardo?


Milan için geçen sezon hayal kırıklığıydı. Şampiyonlar Ligi’ndeki başarılar hatırına yıllarca takımın başında kalan Ancelotti, iki sene üst üste bu arenada da final görmeyi başaramayınca Milan’la yollarını ayırdı. Geçtiğimiz gün Amerika’da oynanan Inter-Milan maçının 90 dakikasını izleme fırsatı buldum. Inter oyunu istediği gibi dikte ederek rahatlıkla galibiyeti ulaştı, ki onlarla ilgili bir yazı da gelecek fırsat olduğu zaman. Milan ise, abartısız bir şekilde söylüyorum ki rezaletti. Hazırlık maçları karar vermek için erken ve yanıltıcı olabiliyor her zaman tabii, ama her iki takımın da ideal 11’ine yakın kadrolarla sahaya çıktığını söylemek lazım. Eski futbolcuları Leonardo’yu teknik direktörlüğe getirerek Barcelona özentisi oldukları yönünde dalgaya alınan Rosseneri, sahada da Ferguson özentisi bir taktikle sahadaydı. İleride Pato ve Borriello görev yapıyordu ama ileride olmakla pek alakaları yoktu. İkisi de sık sık geriye gelip top alma çabasındaydı ve top orta sahada Pato’nun ayağındayken ceza sahası içinde haliyle tek bir Milan’lı oyuncu dahi bulunmuyordu, oraya koskoca 90 dakikada 3-4 defa girebildiler, onlarda da kabus gibi çöktü Inter defansı üzerlerine. Pato, belki bir Rooney görevi görebilir, her ne kadar fizik olarak ondan daha zayıf olsa da, ama Leonardo elinde bir Cristiano Ronaldo’su olmadığını unutmamalı. Ronaldinho’nun ölmüş futbolu üzerine de söylenecek çok şey var ama hepsi birer tekrar olacak, gerek yok.

Milan’ın transferde çektiği sıkıntı herkesin malumu. Kimle ilgilenseler alamadılar. 28 yaşına gelmiş ve kariyerinde Dünya çapında bir kulüpte forma giymemiş olan Sevilla’nın forveti Luis Fabiano’ya 20 milyonu vermekten çekiniyorlar. Ama o transferi bir an önce bitirseler iyi ederler, zira Amerika’da görüldü ki çok yetersiz bir forvet hattına sahip Milan ve Luis Fabiano veya o tarzdaki bir striker oyuncuya çok acil şekilde ihtiyaçları var. Başkan Berlusconi açıklama yapmış, tecrübeli oyuncuların çok pahalı olduğunu, genç oyunculara yönelmelerinin onlar için daha doğru olacağını söylemiş. Luis Fabiano bir ihtiyaç, genç bir oyuncu değil ama yaşlı da diyemeyiz. Ama Milan’ın bir gençleşme operasyonuna gitmesi gerektiğini de söylemeden edemiyorum 24551. kez. Luis Fabiano gibi bir adam transfer edilip yanında Borriello ve Pato’yla gayet diri forvet hattı elde edilebilir. Aynı şekilde artık kaşarlaşma evresini bile geride bırakmış kaleci Kalac, Favalli, Zambrotta, Jankulovski, Nesta gibi isimlerle de yolların ayrılması gerekiyor. Buna rağmen başkan Berlusconi’ye karşılık gelmiş Leonardo’dan; “tecrübeli futbolculara ihtiyacımız var” şeklinde. Gözün doysun Leonardo tepkisini verdikten sonra, Milan’ın kadrosundaki oyuncuların yaşlarını tek tek yazan ve sonuna da takımın yaş ortalamasını koyan 25313. kişi olma şerefine nail olmak istiyorum.

Dida 35, Kaladze 31, Flamini 25, Pato 19, Gattuso 31, Inzaghi 35, Seedorf 33, Abbiati 32, Nesta 33, Onyewu 27, Zambrotta 32, Kalac 36, Jankulovski 32, Favalli 37, Abate 22, Pirlo 30, Borriello 27, Ambrosini 32, Bonera 28, Thiago Silva 24, Oddo 33, Antonini 26, Ronaldino 29.

Yaş ortalaması: 30

Hani 39’luk Leonardo koysak sırıtmaz. Gayet ciddiyim, şaka falan da yapmıyorum…

Yok Artık Ebesinin Ali Sami - 1


Bilmiyorum, başlık biraz kaba olmuş olabilir. Ama biraz sonra anlatacağım olayı okuduğumda verdiğim ilk tepki buydu ve bu tip haberlerle sık sık karşılaştığımız için devamının da gelme ihtimalini göz önüne alıp bir seri başlatalım dedik. Hikayemiz şu:

Kahramanımız Emily Horne eski bir manken ve porno yıldızı. Hemen google’dan ismini aratmaya kalkışmayın, yapacak olanlar var zira, biliyorum. Siz uğraşmayasınız diye ben arattım efendim, tek çıkan şey bizim anlatacağımız hikaye, görsellerde de umut vaat eden şeyler yok ne yazık ki. Neyse, ipin ucu kaçmadan geri dönelim. Emily Horne, ilk olarak 18 yaşında evleniyor. 3 yıl sonra, henüz ilk kocasından boşanmamışken bir kez daha evleniyor. Çok değil, aradan sadece 1 sene geçiyor, 2 kocası olan Horne 3. defa evleniyor. Dördüncü kez bir daha evleniyor ve 2002’de yasa dışı evlilik yaptığı gerekçesiyle 6 ay hapis cezası alıyor. Doymuyor, 2007’de 5. kez evleniyor. Tabii bu noktaya kadar kocalardan birinin durumu fark etmemesi ilginç. Hanımefendiyi de tebrik etmek lazım, helal olsun, böyle katakulli yapmak her yiğidin harcı değil. Son eşiyle evliyken durum çakılıyor ancak. Yaptırımı ne olmuş, nasıl bir ceza almış, onu bilemiyorum ama ben tam bunları düşünürken alttan gözüme çarpan okuyucu yorumu beni yarmayı başarıyor; “porno yıldızı, 5 koca, 18 yaşında evlilik… bu kadar yükü nasıl taşımış gerçekten ilginç…”…..

Kolo Toure City'de

Abu Dhabi grubunun takımı satın almasından sonra Manchester City transfer yapmaya devam ediyor. Roque Santa Cruz, Stuart Taylor, Carlos Tevez, Emmanuel Adebayor, Gareth Barry’den sonra altıncı transfer Kolo Toure oldu. Arsenal’e ödenecek olan bonservis bedeli yaklaşık 14 milyon sterlin olarak yazılıyor İngiliz basınında ama henüz resmi bir açıklama yok tabii. City’nin Toure transferi de dahil olmak üzere bu 6 oyuncuya ödediği bonservis ücreti yaklaşık 100 milyon sterlin. İnanılmaz derecede büyük bir rakam ama Real Madrid’in Kaka ve Ronaldo ikilisine toplam 160 milyon euro civarı bir para ödemesinden sonra devede kulak kalıyor. Yine de City’nin transferde Madrid’den sonra en hareketli ikinci Avrupa kulübü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Toure transferinden önce Everton’dan Joleon Lescott’a sulanmışlardı ama kulüpten izin çıkmadı bu transfere. Arapların sağı sollu belli olmaz ama, yarın öbür gün çıkıp “Lescott’u da aldık” derlerse şaşırmamalı. Neyse, konuya geri dönelim. Kolo Toure’yi 150 bin sterlin karşılığında alıp fazlasıyla iyi bir kar elde etmiş oldu bu transferden Arsenal, ancak Adebayor’dan sonra Toure’nin de satılması Wenger’in genç masallarına inananlar sayısında bir azalmaya sebebiyet verebilir. Zira, genç fetişistliği artık sınırları aşmayı başladı. Arsenal bu al-sat veya yetiştir-sat politikasından güzel gelir elde etmiyor mu? Tabii ki ediyor, ama asıl amacını bu gençleri yetiştirip büyük kupalara oynayan bir takım yaratmak olarak belirlemiş olan bir kulübün en önemli futbolcularını tek tek elden çıkarması, haliyle bu politikaya dair tepkilerin artmasına neden oluyor. Bundan birkaç sene öncesine kadar Türk medyasının vasıfsız yazarlarının sürekli örnek verdiği bir takımdı Arsenal, artık onların bile ağzına sakız olmaktan kurtuldular, son zamanlarda pek görmüyoruz “adamlar çoluk çocukla dünyaya meydan okuyor” cümlelerini. Önemli oyuncuların satılması tepki çekiyor, ama ondan daha da fazla tepki çeken bir şey var Londra kulübünde. Bu satılan oyuncuların yerine birkaç seviye aşağıda oyuncuları transfer etmek ve bunlara hatırı sayılır derecede paralar ödemek. Kolo Toure için yazılan miktar 14 milyon sterlin, birkaç milyon aşağı yukarı oynayabilir ama buna yakın olduğu kesin bonservisin. Yerine Ajax’tan transfer edilen Thomas Vermealen’e ödenen bonservis 10 milyon sterlin. 25 milyon sterlin karşılığı yine City’e gönderilen Adebayor’un yerine ismi geçen oyuncu geçen sene Toulouse’ta patlama yapmış olan Gignac ve bonservisi için bahsedilen rakamlar 15-20 milyon aralığında dolaşmakta. Yani Arsenal takımdaki en kaliteli oyuncularını iyi paralara elden çıkarıyor ama yerine birkaç seviye altında oyuncular alıyor ve toplama bakıldığında iki oyuncudan elde ettiği kar 10 milyon sterlinin üzerine çıkmıyor. Fabregas için varolan Barcelona söylentileri de resmileşirse, ki ben pek zannetmiyorum böyle bir birlikteliğin olacağını, Arsenal FA Cup’ta oynattığı 17-18 yaşındaki çocuklarla Premier Lig’de de oynayabilir.


City’nin ise Arapların kulübü satın almasına rağmen çok mantıklı ve doğru tercihler yaptığını düşünüyorum transferde. Santa Cruz-Tevez-Adebayor’dan biri fazlalık diyenler olabilir, ben de katılırım, ama hatırlanması gereken bir şey var ki Santa Cruz transferi çok daha önceden gerçekleşmiş bir transferdi. Yani şu an olsa City’nin bir kez daha Santa Cruz’u 17 milyon sterlin ödeyip transfer edeceğini zannetmiyorum. Ama yine de pek sorun değil. Zira bugün İngiliz basınında çıkan bir habere göre Bojinov ve Mwaruwari’nin satış listesine konuldu. Kariyeri düşüşte olan oyuncular olmasına rağmen mutlaka taliplileri olacaktır. Ayrıca aynı haberde Elano’nun da satış listesinde olduğu yazıyordu, ona biraz şaşırdım. Gareth Barry transferi zaten bana göre bu yılın en isabetli transferi ve transferin 12 milyon sterlin karşılığında bitirilmesi, Arapların Katar kulüpleri gibi aptalca para saçmayacağının bir kanıtıydı. Toure, mükemmel bir oyuncu değil ama Micah Richards’ın rahatlıkla partneri olabilir ve ikisi iyi bir ikili oluşturabilir. Yedekte de Onuoha, Dunne ve Kompany gibi isimleri bekleyecek. Robinho ve Ireland gibi geçen senenin formda isimlerinin de ilk 11’deki yeri şimdiden garanti görünüyor. Kulübede Mark Hughes. Acil durumda sezon ortasında devreye girebilecek olan Abu Dhabi grubu da itfiaye misali kenarda duruyor olacak. City için yeni sezonda tek sıkıntı, beklentilerin onları strese sokma ihtimalinin fazla olması gibi gözüküyor. Ama hem sahadaki oyuncular bütünü, hem kulübe oldukça tecrübeli ve bence rahatlıkla üstesinden geleceklerdir bu baskının. Adanalı Jose Mourinho, City’nin transferlerini övmüş ve bence şampiyon olurlar demiş ama o kadar da değil tabii, ilk 5 onlar için yeterli olacaktır, beklentiler de bu yönde zaten. Mourinho’nun da City’nin gerçekten şampiyon olacağını düşündüğünü zannetmiyorum ayrıca. Muhtemelen İtalya’da canı sıkıldı ve bu aralar City’e kafayı takmış olan Ferguson’la eski günlerdeki gibi bir kapışmaya girişmek istiyor. Sir’in vereceği bir cevaba bakar, gerisi önümüzdeki sezonki olası bir Şampiyonlar Ligi’ndeki eşleşmeye kadar çorap söküğü gibi gelir…

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Yeni Formalar

Güzel mi? Pek sayılmaz. Güzel olup olmaması büyük bir önem teşkil ediyor mu? Bence hayır.

Taraftar forumları ortaya çıktı çıkalı, yazılan çoğu eleştirileri takip ederim. %70-75'i beğenmez formayı, %10-15'lik ufak bir kesim "çok güzel olmuş, birini kendime alacağım, diğerini oğluma, öbürünü de hede hödöye..." der ki bu kesmin her sene aynı kişilerden oluşması dikkat çekmektedir. Geriye kalan diğer %10-15'lik kesim, "forma işte arkadaş, nedir bu kadar tantana, alacaksan al işte" der, amiyane tabirle. Ben de dahilim bu gruba kısmen. Formanın tasarımı ve şıklığı önemli bir olgudur ama bu kadar büyütülmesini de anlamam. Şu an çeşitli taraftar platformlarında öylesine eleştiriler var ki, Tobol'a elenilse bu kadar tepki gelmezdi sanırım. Ben de her sene kendi kendime değerlendiriyorum formaları tabii ki, zaten o sorgusuz süalsiz "forma formadır işte" diyen gruba bu yüzden kısmen katılıyorum. Şöyle bakıyorum. Mor değişik, bence güzel, geçen sene de ilk çıktığında turuncu, yoğun eleştiriler vardı ortada, sonra birden uğurlu forma kıvamına geliverdi. Parçalı bildiğimiz parçalı. Geçen seneki daha güzeldi ve bence değiştirmeden o şekilde devam etse daha iyi olurdu ama neticede yeni sezon forması bunlar, ufak nüanslar oluyor, bu sefer olumsuz olarak yansımış o nüanslar formanın üzerine. Beyaz formayı, beyaz renginin hastası olan bir insan olarak vasat buldum, genelin berbat demesini anlayabiliyorum dolayısıyla...

Formalar hakkında görüşlerim bunlar ve bitti. Uzatılmasına, abartılmasına anlam veremiyorum. Söyledim, geçtim işte. İsterse bok rengi forma çıksın, yine gidip alacağım, o yüzden fazla takılmıyorum. Ve biliyorum ki, her sene kulüp batmışçasına eleştirilen yeni sezon formaları, sezon ortasında "sanki fena değil gibi ya" noktasına erişir bir şekilde. Rengi, bok rengi olsa da...

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Tobol Maçı Üzerine

Rıdvan Dilmen, hatırladığım kadarıyla geçen seneki Panionios maçında da, ilk yarı 0-0 bitince, "Hakan Şükür" diye tutturmuştu. Evet, Hakan girdi ve oyun büyük ölçüde değişti, ama sadece bunu söylemek değil yorumculuk. Sadece Rıdvan değil, izleyen milyonlarca kişi de farkında Arda ve Baros girince Galatasaray'ın bu maçtan en azından beraberlik çıkaracağının. Rıdvan Dilmen futbolu sever, güzel tespitleri de vardır ama maalesef tekrarcı bir kişilik yapısına sahiptir ve her ne kadar söylediklerine hak verseniz de, bir yerden sonra "illallah" dersiniz.

Ayrıca, bundan da önemlisi, tespit ettiğim kadarıyla, kendisi hiç mi hiç gündemi, medyayı takip etmiyor. Tamam, girip internetten uzun uzun makaleler okuyup, Tobol takımının wikipedia'sını ezberleyip gelsin demiyorum (aslında yapılması gereken bu ya, neyse), ama orada maçı yorumlayacak olan kişi, "Keita'yla Kewell nerde Ercan ya?" diye bir soru sormamalıdır bana göre.

Bunun dışında... Dünkü maç için taktik-teknik özelinde konuşulacak zerre kadar şey yoktu ortada. Ortada futbol falan yoktu zira. Millet de haliyle, yine bazı takıntılarıyla uğraştı. Sabri gibi, Yaser gibi... Hadi, Sabri'yi anlarım, adam kanser gibi takıma yapıştı da, Yaser'i kiralık gönderelim, satalım demek nedir ya? Galatasaray'ın sisteminde açık pozisyonunda kullanacağı en önemli adamlardan ve elindeki az olan alternatiflerinden biri Yaser. "Arda'dan iyi olacak Aydın" ve Kewell, bence ileri üçlünün açığı olmaktan çok uzakta. Aydın, hiçbirin yerin açığı olamaz ya, neyse. Kewell'ı da oynadıkça göreceğiz diye düşünüyorum. Bilmiyorum, tabii ki yanılabilirim ama Kewell'dan geçen seneki kadar verim alınmasını beklemiyorum, hem sisteme olan uygunluğu, hem ilerleyen yaşı, hem de yaşadığı sağlık sorunları sebebiyle. Tabii, bu hala Kewell'ın, çok iyi bir rotasyon oyuncusu olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Yaser demiştik... Evet, dün o da kötüydü de, dün kim iyiydi, onu söylesin önce Yaser'e kötü diyenler. İnsan, "Yaser'i gönderin, çöp herif" demeden önce biraz hazırlık maçlarını falan izler ya, ayıptır. Bu adam, manşetlere konu olan Emre Çolak'la birlikte - hatta bana göre onun yarım adım önünde - hazırlık kampının en iyi adamıydı. Bu kadar kolay mı silmek?

Bu futbol geçen senenin ilk resmi maçında oynanasaydı - ki oynandı Steaua Bükreş'e karşı ve berabere sonuçlandı o maç, aynı bugün olduğu gibi - ve maçtan sonra "beraberlik iyidir" diyen teknik direktör Skibbe olsaydı - ki geçen sene oldu Ankaraspor deplasmanından sonra - kimbilir, şu an neler yaşıyorduk. Adamı, ciddi ciddi Steaua Bükreş maçından sonra yollayanlar vardı, şaka gibi. Bugün? Tabii, kolay değil o kadar Rijkaard'a sallamak, yüklen yüklenebildiğin kadar futbolculara. Sonra da de, "biz Rijkaard'a kızmıyoruz, ona sabredeceğiz, biz bu ruhsuz gençlere sabredemiyoruz, defolsunlar gitsinler"... Oldu. Sen, eğer Rijkaard'ı savunuyorsan, onun taktiğini savunmakla kalmayacaksın, futbolcularını da savunacaksın. En azından sabredeceksin. Eleştirilmeyi hak eden eleştirilir, ismi Sabri de olsa, Rijkaard da olsa.

Son olarak. Bugün ağızlarını açıp Rijkaard'a tek kelime etmeyen-edemeyen insanlar, birkaç ay sonra onun da bizler gibi insan olduğunu görecek, hafiften geçen seneki muameleye başlayacaklar, hiç merak edilmesin.

10 Temmuz 2009 Cuma

Irakli Labadze

Wimbledon 2001'de 4. turda oynanan efsanevi Federer-Sampras maçını indirdim geçen gün. Maksat hafızayı temizlemek. Yayın, Amerika'nın NBC ve bir Alman kanalından mix edilmiş. Sanırım, NBC kanalı ara ara diğer maçlara da dönüyordu o sırada oynanan, o yüzden Alman kanalı olayına girmiş maçı upload eden kişi. Bu arada Alman kanalı olup olmadığından emin değilim, zira herhangi bir logo yok ekranda, sadece spikerin Almanca konuşması sebebiyle bir yargıda bulundum, İsveçre kanalı da olabilir pek tabii.

Konuya gelirsek, maç güzel güzel oynanır, 19'luk İsviçreli genç NBC spikeri Ted Robinson ve yorumcu John McEnroe'yu şaşırtır iken, birden bir "flashback" geldi set arasında. 1998 Wimbledon Çocuklar Finali. Roger Federer'in rakibi, Gürcü Irakli Labadze. 6-4, 6-4'lük setlerle götürmüş kupayı Federer, orada görene dek bilmiyordum kendisiyle ilgili bu ayrıntıyı. Ayrıca, hatırlayabileceğiniz üzere 2000'lerin başında ilk çıkış yapmaya başladığı evrelerde, saçı at kuyruğu şeklindeydi Federer'in. 98'de oynadığı finalde daha bir çocuksu saç stili varmış haliyle. Şimdi upload etmek zor geldi açıkçası, ama Nihat Kahveci'nin ilk çıktığı yıllardaki saçlarının hemen hemen aynısı, şunun gibi.

98 yılında finalde mağlup ettiği Labadze ne haldeymiş, onu merak edip ufak çaplı bir araştırma yaptım. 2008'in sonunda, turda 531. sıraya kadar gerilemiş. Kariyerinde hiçbir turnuva şampiyonluğu bulunmuyor. En büyük başarısı 2006 Wimbledon'da oynadığı 4. tur olarak gösterilebilir. Orada da, daha sonra finalde Roger Federer'in karşısına dikilecek, Rafael Nadal'a mağlup olmuş, onu da net hatırlayamıyordum açıkçası. Hani olmazdı da, bir şekilde Nadal ve diğer engelleri geçip Söderlingvari bir sürprize imza atıp, Federer'in karşısına dikilseydi o finalde...

26 Haziran 2009 Cuma

The Big Shaqalier

Valla bu yaz iyi takas yaptı müdür. Malumunuz draft öncesi takımlar kaderlerini etkileyebilecekleri çok önemli takaslara imza attılar. Jefferson'ın çer&çöp karşılığında Duncan'ın kanatları altına girmesi, Miller ve Foye'un başkente gitmesi, Otis Smith'in bana göre hatalı bir karar alarak Carter'ı Florida'ya getirmesi, hepsi çok önemli şüphesiz. Bunlardan uzun uzadıya bahsetmeyeceğim, zaten kulübe arkadaşım Mesut bahsetmişti, okumayanları şuraya alalım efendim. Neyse, bizim konumuz Shaq - Cleveland takası, ordan ilerleyelim. Pavlovic, Big Ben, 2009 Draftı 46. sırası ve 500 bin dolar verdik kocaoğlan için, iyi anlaşma.

Öncelikle yüzük yolunda çok önemli takviye bana göre. Takas kesinleştikten sonra "Shaq'ın ölüsü yeter aaabi" diyenlerdendim. Gerçekten de bizimkilerin özellikle playofflarda ayyuka çıkan pota altı üretim sorununu görünce her türlü pozitif bir etki sağlayacaktır takıma diyebiliyorum. Savunmada da koca cüssesiyle her zaman Howard dahil herkesin arkasında kalabilir, o da çok önemli tabi. Bu arada zaten derin olan pota altı rotasyonumuz daha da zenginleşti Shaqtus'un gelişiyle, Varajeo'yu da tutacaktır Dan Gilbert. Joe Smith'in takımdan ayrılacağını öngörürsek takımda şu anda en önemli eksik PF pozisyonunda gözüküyor. Alıştığımız üzere yeniden yapılanmaya giren Bucks'dan Charlie V gelirse iyi iş yapmış oluruz, kendisi de dünden hazır zaten...

Milliyet'ten İnciler

Öyle farklı, dehşet verici, yeni şeyler yazmayacağım. Alıştığımız klasik sapıtmalardan biri daha gelmiş Milliyet'ten. Normalde bu tarz şeyler hakkında yazmayı sevmem, herkes bu konudan şikayetçi ve yeterince değiniliyor zaten konuya ama değişen bir şey olmadığı ortada. Lakin, biraz önce NTV Spor'daki "7/9" programını izlerken tanıklık ettiğim bir haber üzerine, aynı haberi Milliyet'in kendi sitesinden okumak üzere bilgisayarın başına geçtim. Gazetede ve sitede verilen haberin başlığı aynı olmasına rağmen, iki haber arasında bazı farklılar vardı. Neyse, o sırada yan bölümde Rıdvan Dilmen'in "Cruzeiro favorim" ve Ercan Güven'in "Fenerbahçe: 1 Galatasaray: 0" başlıklı yazıları dikkatimi çekti. Yani, yazı dikkatimi çekmedi tabii de; başlıkların ilginçliğine dayanan bir merakla tıklayıp okudum ikisini de.

Rıdvan Dilmen'in Milliyet'teki köşesindeki yazıları kendisinin yazdığını zannetmiyorum ben. Özellikle de maç yazılarını. Zira, akşam sona eren bir maçın ardından NTV'deki %100 Futbol programı başlıyor anında, yaklaşık 1 saat sürüyor. Programdan sonra da bilgisayarın başına oturup, yazı yetiştirmek için uğraşacağını sanmıyorum kendisinin. Muhtemelen, gazetedeki herhangi bir çalışana maçla ilgili fikirlerini söylüyor, o çalışan kişi de onları bir şekilde kılıfına uyduruyor. Tamam, Rıdvan Dilmen'in yeterli zamanı olmayabilir gazeteye yazabilmek için. Veya, yeterli Türkçe bilgisi olmayabilir. Her ne kadar medyadaki çarpıklığın bana göre en önemli sebebi olsa da, ünlü bir eski futbolcunun ve şimdinin popüler yorumcusunun isminin gazeteler tarafından kullanılmak istenilmesini az çok anlayabiliyorum. Ama... Rıdvan Dilmen'in "iddaa eki" kıvamındaki yazıları, zurnanın zırt dediği yer oluyor benim için. Mütemadiyen "Denizli kazanır", "Hacettepe kaybetmez", "Fenerbahçe haftanın favorisi" başlığının altına 6-7 maç hakkında sırf yazılmış olsun diye yazılan 1-2 cümle. Asıl acı olan da bu tür köşe yazısı demeye dilimin varmadığı türden yazıların Milliyet gibi bir gazetede kendine yer bulabilmesi. Hadi, onu da geçelim. Rıdvan Dilmen, Türkiye Ligi'ni takip eden, bilen biri. Sonuç olarak da tahminlerini futbolseverlere aktarıyor diye kabul edelim. Peki ya bugünkü yazısı? Şuradan, bakabilirsiniz. Avrupa Futbolu hakkında sınırlı bilgisi olan ve bunu açıkça kendisi de kabul eden ve Avrupa Ligleri'ni fazla takip etmediğini kendisi de söyleyen Rıdvan Dilmen, ne ara Brezilya Ligi uzmanı oldu da, tüyolar veriyor ve tahminler yapıyor? Oldukça şaşırtıcı.

Ercan Güven'in yazısı da şurada. Ercan Güven'in arada bir iyi yazıları çıkmıyor değil, ama onlar da "bozuk saat bile, günde 2 defa doğruyu gösterir" misali hani... Bugünkü yazısı da bambaşka bir olay zaten. Sadece kendisinin atladığı bir konu değil, tüm medyanın üzerinde konuşup, yazdığı bir konu. Olayın doğru olduğu bu kadar cümbüşün ardından iki kulüp tarafından herhangi bir yalanlama gelmemesinden belli ama, idrak edilemeyen şu sanırım. Şampiyon takımı tebrik etmek için düzenlenen bir yemekte, üstelik spor medyasının üst makamlarından kişiler bulunuyorken, Fenerbahçe ve Galatasaray başkanları "ciddi" olarak ne diye transfer konuşsunlar? Arda Turan için değil sadece bahsettiğim, isterse hiç oynamayan Maldonado ve Yaser Yıldız olsun, bu kadar aptal kişilikler mi ki bunlar da, sizlerin yanında konuşsunlar transferi veya önemli birtakım hadiseleri. Hiç mi düşünmüyorsunuz, başkanların bu konuşmayı yazmak için neden sizlere izin verdiğini? Gerçekten, gerçek sanılıp, üstünden çıkarımlarda bulunulup, manşetlere taşınacak kadar değerli bir hadise midir bu iki başkanın yaptığı geyik?.. Onlar, oturdukları yerde kahkaha ata ata oluşturdukları tablonun vehametine gülerken, siz hala bu tamamen geyik amaçlı konuşma üzerinden çıkarımlarda bulunmaya devam edin...

Son haber de Frank Rijkaard ile alakalıydı ki, eksikliği hissediliyordu bir şeylerin, acaba nedir diye düşünürken, cevap niteliğinde geldi adeta. Haberin linki şurada var ama izlediğim programda haberin gazeteye yazılış şekli asıl insanı hayrete düşüren şey. Rijkaard, oyuncuların pestilini çıkartmış, 1.5 saat ara vermeden çalışılmış, Rijkaard orta sahaya gelip vurduğu 10 şutun 5'ini gole çevirip oyuncularına nasıl topa vurulacağını göstermiş, Skibbe döneminde 10 dakika olan su molaları 1 dakikaya indirilmiş ve tabiiiii, Rijkaard, idmanı sık sık durdurarak oyuncularına talimat yağdırmış... Ne diyelim, umarım geçen sezonun başında Aragones takımı çok iyi çalıştırıyor diyen Fenerbahçeli futbolcuların sezon sonunda "Aragones'le oyuncular arasında bir uyuşmazlık vardı, arada bir bağ kuramadı" senaryosu, bu sefer Galatasaray'da gerçekleşmez. Ama olsun be, varsın küme düşsün takım, yeter ki oyuncuların pestili çıksın! İşin şakası bir yana, şu gerçeği de biliyoruz ki, bu haberleri okuyunca yüzünde hunharca bir gülümseme oluşan az insan da yok değil bu ülkede. Artık yapımızdan mı kaynaklanıyor bilmiyorum ama çok zevk alıyoruz böyle işlerden. "Eti senin kemiği benim hocam, ehehe mehehe" mentalitesinin yıllardan beri süre gelen bir devamı olsa gerek...

25 Haziran 2009 Perşembe

İspanya 0-2 ABD

Amerika'nın Konfederasyon Kupası'na götürdüğü 23 kişilik kadronun yaş ortalması 24.8, yarı final maçında İspanya'ya karşı çıkan ilk 11'in yaş ortalaması 26.8. Sonradan oyuna giren 2 tane 24 yaşındaki oyuncuyu da ekleyince ortalama 26.2 civarlarına iniyor. Takımın gollerini atan Jozy Altidore 19, Clint Dempsey 26 yaşında. Takımın en kilit oyuncusu olan -aynı zaman teknik direktör Bob Bradley'nin oğlu- Michael Bradley, henüz 21 yaşında. Aslında, Amerika Milli Takımı'nın normal kadrosu bu değil, gençleri denemek adına epey değişik bir kadro getirmişler Güney Afrika'ya rakiplerinden farklı olarak. Bu bile finale çıkma başarılarında bir etken olarak görülebilir. Zira, Amerika gruptaki ilk iki maçında puan alamadan -5 averaja gerileyince dahi mücadele etmeyi bırakmadı. Mucize gerekiyordu son maçta gruptan çıkabilmeleri için. Ona rağmen bırakmadılar savaşlarını. Mısır'ı 3-0 mağlup ettiler ve Brezilya'nın İtalya'yı 3 farklı yenmesini beklediler.

Diğer yanda, İspanya Iniesta ve David Silva dışında EURO 2008 kadrosunun hemen hemen aynısıyla turnuvaya geldi. Teknik direktör Vicente Del Bosque, bu maç öncesinde sahaya en iyi 11'ini süreceğini belirtti. Lakin, o sahadaki ilk 11, belki kalite olarak rakip takımdan fersah fersah üstün olsa da, bünyelerindeki isteksizlik,doymuşluk ile maça angarya gözüyle bakmaları, onlara pahalıya mal oldu. Yine maçtan önce, ismini hatırlayamadığım bir oyuncu, basın toplantısında finalde oynayacakları (!) Brezilya maçı ile ilgili konuşmaya başlamıştı bile. Ha, unutmadan, onun arkasından röportaj veren ve yine ismini hatırlayamadığım Brezilyalı bir oyuncu da, finalde İspanya'ya karşı elimizden geleni ortaya koyacağız gibisinden laflar etti. Pek sanmıyorum, ama onlar da yarın ev sahibi Güney Afrika karşısında bir sürprize maruz kalırlarsa, şaşmamalı. Brezilya da buraya yepyeni bir kadroyla gelmedi. Alışık olduğumuz yıldızlar her zamanki gibi kadroda. Ama, o alışık olduğumuz yıldızlar, bu sefer eskisi kadar vurdumduymaz gözükmüyorlar. Özellikle; Julio Cesar, Maicon, Lucio, Andre Santos, Kaka Leite, Robinho, Luis Fabiano, Felipe Melo gibi isimler grup maçlarında oldukça hırslı ve istekli bir görüntü ortaya koydular. İspanya, grubundan Irak, Yeni Zelanda ve Güney Afrika gibi takımları yenerek buraya gelirken Brezilya, İspanya'yı eleyen Amerika, İtalya'yı mağlup eden Mısır'ı ve İtalya'yı devirmesini bildi...

Bu geceki maça yönelik en büyük övgüler elbette Bob Bradley'e gidecek. 35 maçtır mağlup edilemeyen ve 15 maçtır beraberlik bile tatmayan İspanya'nın nasıl mağlup edileceğinin şifresini ortaya koydu. Dünya üzerinde Messi ve Cristiano Ronaldo da dahil olmak üzere hiçbir futbolcu durdurulamaz değil. Aynı şekilde, şu an "en iyi" olarak gösterilen Barcelona ve İspanya Milli Takımı da... Şampiyonlar Ligi Yarı Finali'nde Guus Hiddink ve Chelsea takımı, Barcelona'ya tüm sezon yaptıklarının hiçbirini yapmasına imkan vermedi Camp Nou ve Stamford Bridge'de. Dakikalar 91'i gösterirken, Barcelona teknik direktörü Pep Guardiola, Guus Hiddink'in yanına gelip sırtını sıvazlamış ve bir nevi Roma'daki finale aldıkları bilet için, onu ve takımını tebrik etmişti. Hikayenin geri kalanını biliyorsunuz... Bugünkü İspanya-ABD maçı, o günkü Chelsea-Barcelona maçından biraz daha farklıydı. O günkü Chelsea, neredeyse gol için fırsat dahi vermemişti Barcelona'ya, ama birileri istemişti Barcelona'nın o golü atmasını. Bu gece, bundan farklı olarak sayısız fırsat yakaladı İspanya -sayısız fırsat yakalamaya çok yaklaştı da denilebilir aslına bakılırsa-. Her ne kadar doğru taktik hamleleri yapmış olsanız ve doğru bir 11, doğru bir diziliş tercih etmişseniz de, elinizde genç ve takım olgusunu tam olarak kavrayamamış futbolcu yığını mevcut.

Anlatmak istediğim şu: Belki Chelsea'nin Barcelona'ya karşı koyması, Barcelona'ya istediklerini yaptırmaması için Guus Hiddink'in futbol aklı yetebilir. Lakin, Amerika'nın İspanya'ya karşı koyabilmesi için, olağanüstü bir mücadeleye, karşısındaki "yenilmez" İspanya'nın "çok güçlü ama asla yenilmez değil" kimliğine bürünmesine ve açıkçası biraz da şansa ihtiyacı vardı. Amerika Milli Takımı'nın kondisyoneri her kimse tebrik ederim kendisini bu denli bitmek tükenmeyen bir takım yarattığı için. Ama, bu bitmek tükenmek bilmeyen enerjiyi sadece iyi bir kondisyonerle açıklamak mümkün değil. Özellikle, savunma kurgusunda müthiş bir organizasyon, harika bir yardımlaşma vardı Amerikalılar'da. Savunmadaki dörtlüde görev yapan Jonathan Spector ve Oguchi Onyewu'nun performanslarını yetenekleri ve kişisel becerileriyle açıklayabiliriz belki, ancak 29 yaşındaki Jay DeMerit'in bugünkü muhteşem performansını neyle açıklayabiliriz? Kariyerinde herhangi bir önemli takımda bulunmamış ve şu yaşına kadar Milli Takım'da ancak 15 defa şans bulabilmiş Jay DeMerit, bugün savunmanın en sağlam dayanağıydı Onyewu ile birlikte. Bu mükemmel savunma anlayışının aynısı İran Milli Takımı için de geçerli sayılabilir. İran'ın bu kupada bolca övgü toplayan dört defans oyuncusu ayrı ayrı takımlara dağıtılsa ve oralardaki bireysel performansları incelense? Eminim ki, bundan daha iyisi olmayacak...

87. dakikada direk kırmızı kartla oyun dışı kaldı teknik direktör Bob Bradley'nin oğlu ve saha içinde Amerika'nın Landon Donovan ile birlikte iki komutanından biri olan Michael Bradley. Son derece haksız bir karardı bana göre. Her şeyi bir kenarı bırakıyorum, rakibine önden, rakibi topla oynarken kayan bir oyuncunun, rakibinin topu ayağından çıkarmasıyla, rakibinin ayağına girmesi kırmızı kartı -üstelik direk- hak ettiren bir cinsten hareket midir? Amerika'nın bu turnuvada geride kalan 3 maçta gördüğü 2 kırmızı kart, belki hakemlerin gözünde kötü bir imaj bırakmış olabilir; ama bu asla önyargıya sebep olmamalı. Dünya'daki en nefret edilecesi şeylerden biri olan önyargı, futbolda, özellikle hakemlere bulaşmamalı. Zira, bu önyargının ne gibi sonuçlara sebep açabildiğini, ülkemizdeki Marcio (Mert) Nobre ve Cassio Lincoln örneklerinde çok net bir biçimde gördük biz. En azından, ülkemizin dışına taşmasın istiyoruz... Çok mu şey istiyoruz?..

24 Haziran 2009 Çarşamba

Transfer Haberleri #1

Sezonun sona ermesinin ardından birkaç hafta sakin geçti ama son birkaç gün içerisinde bombalar patlamaya başladı. Bu post sadece basketboldaki transferler üzerine olacak, onu da belirteyim önden... 2009 NBA Drafti yarın gece, haliyle takaslar gelmeye başlıyor yavaş yavaş. Dün gecenin ilk takası San Antonio Spurs ile Milwaukee Bucks arasında gerçekleşti. Spurs, Richard Jefferson'u kadrosuna katarken Milwaukee'ye Kurt Thomas, Fabricio Oberto ve Bruce Bowen gibi gereksiz adamları sokuşturdu. Bucks cephesinde amaç cap boşaltıp FA pazarından yıldızlar kapabilmek ve bütçeyi rahatlatabilmek tabii. Hatta resmileşen bu takasın dışında Andrew Bogut ve Michael Redd'i de Antonio Daniels, Morris Peterson, Lou Williams ve Samuel Dalembert gibi çöplere karşılık yollanacağını yazdı ESPN bu sabah. Lou Williams'ı bu dörtlüden ayırmak gerekiyor ancak, haksızlık etmeyelim kendisine... Bucks'ın bu takasta aldığı oyuncuların kontratı 2 yıl içinde bitiyor ama takas bununla sınır kalmadı. Oberto'yu aldıkları gibi Detroit'e postaladılar Amir karşılığında. Amir kötü bir uzun değil asla, ama buradaki amacı anlamak biraz zor. Şu an 15 milyonluk bir boşluk oluştu Bucks'ın cap'inde, Villanueva ile de kontrat yenilenmez muhtemelen, Ramon Sessions'ın kontratını uzatırlar, Ersan'ı da geri alırlar, ki en mantıklısı bu gibi duruyor.

Spurs açısından bakıldığında oldukça iyi bir takas olduğu kesin. Geçtiğimiz yıl Duncan'ın sakatlığı normal sezonda, Ginobili'nin sakatlığı play-off'larda takımı ağır yaraladı. Yeni sezonda herhangi bir sakatlık sorunu daha yaşanmazsa Ginobili-Parker-Duncan üçlüsünden herhangi birinde, Jefferson eklemesiyle Batı'nın en iddialı takımı haline gelirler bence Lakers'la birlikte. Pek sanmıyorum ama Rasheed'in ismi de geçiyor Spurs için, eğer o da olursa Lakers'tan da ayırır, en öne koyarım Spurs'ü. Ayrıca, geçen sezon Spurs adına berbat geçmiş olabilir ama George Hill ve Roger Mason gibi iki oyuncuyu rotasyona kazandırdılar, bench'ten katkı almak için çok ideal isimler bunlar. Kurt Thomas ve Bruce Bowen'ın tekrar geri gelmesi de söz konusu, onu da es geçmemek lazım. Kurt Thomas'ın dönüşü halinde, Thomas-Duncan-Bonner-Gooden gibi bir uzun rotasyonu olacak, çok da yeterli sayılmaz şampiyonluk iddiası taşıyan bir takım için, o yüzden Rasheed kalitesindeki bir uzunun kadroya eklenip eklenemeyeceği oldukça önemli olacak Spurs için...

Gecenin diğer takası Minnesota Timberwolves ile Washington Wizards arasında gerçekleşti. Wolves, Foye ve Miller'ı başkente yollarken karşılığında Etan Thomas, Darius Songaila, Oleksiy Pecherov ve 5. sıra hakkını aldı. Wizards elindeki çer çöpten kurtulurken aynı zamanda Foye ve Miller gibi guard rotasyonuna çok büyük katkı yapabilecek iki adamı getirdi. Arenas, Butler, Jamison, Haywood, Stevenson gibi sağlam adamlar var zaten elde. 4-5 numarada sıkıntı yaşanabilir bir ihtimal, dış rotasyonuna göre biraz daha zayıf kaldı o taraf ama 1 ve 2 numaradaki fazlalıklardan birkaçını verip bir uzun yamayabilirler oraya da. Minnesota'nın hedefinin bu seneki draft olduğu gayet açık. Bu takasla aldıkları 5. sıra hakkı dışında 6., 15. ve 18. sıra hakları da ellerinde bulunuyor. Rubio'yu çok istediklerini biliyoruz, 2. sırayı almak için bu sıralardan ikisini feragat edececekler bu sebeple. 5 ve 6'yı verip 2'yi almak saçmalık olur ama 5 ve 18. sıra karşılığında 2. sırayı almak, gayet mantıklı bir hamle olabilir. Elde sadece 5 ve 6 da kalsa pek sorun değil. Evans, Curry, Harden üçlüsünden ikisi kapılır, 1-2 numaralar güzelce kapatılır. Love ve Jefferson gibi iki önemli değer de elde zaten. Önümüzdeki iki gün Minnesota açısından oldukça yoğun geçecek, bu belli. Bekleyelim, görelim derim...

TBL'den bir transfer bu da. Geçen sezonun en çok gelişim gösteren oyuncularından biri olan Evren Büker'i Galatasaray'ı kaptıran Oyak Renault, Bursa'da yetişmiş Ufuk Kaçar'ı kadroya eklemiş küme düşen Selçuk'tan. Yücel Platin'in biten sözleşmesi yenilenmişti, oyuncu transferleri de başlıyor ufaktan. Yanılmıyorsam yabancıların hepsi gidiyor yine, 3 yabancı alınacak her sezon olduğu gibi. Ufuk Kaçar'a kaptanlık da verilecekmiş ayrıca, yılların kaptanı Nedim Dal'ın elinden gidiyor pazuband, bir Bursalı olarak şikayetçi değilim tabii... Alınacak yabancılar önemli, zira yerli rotasyonu biraz zayıf kaldı gibi. Şimdilik bir şeyler söylemek için erken, kadro tamamen kurulunca yorum yapmak daha sağlıklı olacak...

Geçen sezon 10 milyon euro civarında bir bütçeyle yola çıkarken transfer edilen yabancılar duruyor yukarıda, resimde olmayan Andrija Zizic de var ayrıca. Strickland ve Zizic sezon bitmeden ayrıldılar. Gurovic için de sezon daha Ocak'ta bitti zaten, kendisinden 4-5 aydır haber alabilen yok benim bildiğim. Graves ve Milojevic en sağlam yabancılardı tartışmasız, onları da tutamamış Galatasaray. 3 milyon euro bütçe belirleyince gayet normal şeyler bunlar, ama bütçe niye 3 milyon euro diye de kızamıyorum, hatta bir Galatasaraylı olarak memnunum bu durumdan, bu yönetim anlayışıyla 3 milyon da harcansa 10 milyon da harcansa pek bir şey fark etmiyor zaten, ki göreceğiz bu sezon fark etmediğini de. Galatasaray, play-off yapacak; çeyrek veya yarı finalde elenecek. Efes Pilsen ve Fenerbahçe Ülker gibi bütçe olarak çok daha güçlü takımlar var sana rakip olarak ve bu bütçeyi senden çok daha verimli kullanabiliyor bu takımlar, dolayısıyla senin ligde final oynamak için herhangi bir umudun, beklentin olmuyor. Yeri gelmişken belirtelim, Efes Pilsen'in yeni sezonda 20 milyon euro gibi bir rakam ayırması bekleniyor, Euroleague'de final-four için yeterli bir bütçe, eğer doğru kullanılabilirse. Galatasaray'a tekrar geri dönelim ve son olarak, Erdem Türetken ve Cüneyt Erden'le de yolların ayrıldığının haberini verelim...

Son transfer haberimiz, Real Madrid'den. Coach koltuğuna Ettore Messina'yı getiren Perez'li Madrid'de patlamaya başladı transfer bombaları. Futboldaki Kaka ve Cristiano Ronaldo transferlerin gölgesinde kalıyor basketbol şubesinde yapılanlar, ama gözden kaçmamalı kesinlikle. Geçen sezonu Sırbistan'ın Partizan takımında oldukça verimli geçiren ve aralarında Olympiakos, Panathinaikos gibi kulüplerin de bulunduğu birçok talibinin elinden kaptılar Velickovic'i. Perez başkan, sadece futbolda değil, basketbolda da Avrupa Şampiyonluğu'na niyetli görünüyor ve açıkçası, basketbolda istediğini parayla elde etmesi biraz daha kolay olabilir futbola göre. Zira, basketbolda bütçeler, futbola göre çok daha önemli bir yer kaplıyor. Coach olarak Messina'yı getirdikten sonra, eline vereceğin kaliteyle bir kadroyla arkana yaslanıp rahat rahat bekleyebilirsin mesajını verelim Perez'e, içi rahat olsun...

22 Haziran 2009 Pazartesi

Milli Takım Aday Kadrosu

  • Kerem Tunçeri, Ender Arslan, Engin Atsür, Kerem Gönlüm, Sinan Güler (Efes Pilsen)

  • Ömer Onan, Oğuz Savaş, Ömer Aşık, Semih Erden (Fenerbahçe Ülker)

  • Cemal Nalga, Evren Büker (Galatasaray Cafe Crown)

  • Bekir Yarangüme (Türk Telekom)

  • Cevher Özer (Beşiktaş Cola Turka)

  • Barış Hersek (Darüşşaka Cooper Tires)

  • Fatih Solak (Aliağa Petkim)

  • Ersan İlyasova (Regal Barcelona)

  • Hidayet Türkoğlu (Orlando Magic)

En Büyük 3. Lig ?

Son bir iki senedir bu yana gerek medya gerek basketbol severler tarafından çok fazla dile getiriliyor ligimizin seviyesinin yükselip, üst seviyedeki liglerin düzeyine yaklaştığı, hatta ACB ve Nba'den sonra dünyanın en iyi ligi olduğu yönünde yorumlar bile var. E tabi ligleri sıralandırmak için bir kaç kriter lazım ve benim ilk aklıma gelenler takımların kadro kaliteleri, ligdeki mücadele seviyesi ve pek tabiki ilgi yani salondaki seyirci sayıları. Biz bu yazıda daha çok seyirci sayılarından ilerleyeceğiz ama diğer kriterlerden de bahsetmek lazım, illaki.

Kadro kaliteleri dedik yukarıda, takımlar sezon başında gerçekten önemli transferler yaptılar ancak kafaya oynayan takımlara şöyle bir bakarsak, bir önceki seneki kadrolarıyla karşılaştırdığımızda ileri doğru giden tek takımın Efes Pilsen olduğunu görürüz ki bu da bu bütçelerin ne kadar yanlış kullanıldığını gösterir. Neyse ligdeki rekabete bakarsak da doğrudan 2 takımın hegemonyasını görüyoruz. Çok uzatmayacağım ama şampiyonluk yarışında sezon başından beri Efes ve Fenerbahçe favori gösteriliyordu, sezon sona erdi, aralarına girmeye teşebbüs eden takım bile olmadı.E noldu, lig olarak mücadele seviyesinden de kaldık, geçiniz.
Şimdi geldik sadete.Malum basketbol ülkemizde her ne kadar ikinci spor olarak deklare edilse de salonlara çektiği seyirci ve genel ilgi büyük soru işareti oluşturuyor kafalarda. Televizyon seyircisinin bu sene yayın haklarının Spormax'e geçmesiyle büyük azalma gösterdiği açık. Zaten oraya girersek kolay kolay çıkamayız sanırım. Şimdi rakamları vereceğiz de sonuçlar gerçekten üzücü. Özellikle her sene milyonlarca euro para harcayan, Türk Basketbolu'nun lokomotifi ve şüphesiz Türk Basketbol tarihinin en büyük takımı olan Efes Pilsen düştüğü durum can sıkıyor.

Tabi Efes Pilsen dışında diğer takımların da durumu çok farklı değil. Şöyle açıklayalım, ligimizin normal sezonunda en çok seyircisi olan takımı küme düşen Mutlu Akü Selçuk Üniversitesi.

Bütün rakamları buraya taşımak zor iş;

Liglerin ortalama seyirci sayıları için şuraya, takımların ortalamaları için de buraya alalım.

20 Haziran 2009 Cumartesi

Yapma Telekom, Gitme Soner

Soner Şentürk'ün bu sene Darüşşafaka Cooper Tires'ta çıkardığı iyi sezonun ardından bir yerlere gideceği belliydi. Bu takımın Türk Telekom olmaması için çok dua ettim, ama aklıma gelen şey oldu maalesef. Geçen sezon Pınar Karşıyaka'da parlayan Barış Ermiş'i transfer edip, onu havla sallattırıp bench'i ısıttıran Telekom, bu sefer de aynı planları Soner için kurguluyor olsa gerek. El-Amin gitti, Tutku kalacak sanırım. Bari başka point guard almasalar da, Tutku'yu yedeklese diyorum en azından. Ama benim bildiğim -veya bizim bildiğimiz- Telekom rahat durmaz, gider bir tane de yabancı alır üstüne, sonra biz de bütün sezon "madem oynatmayacaktın, niye aldın?" diye sitem ederiz buradan Ankara kulübüne...

Ettore Messina

Üst üste 2 Euroleague şampiyonluğu kazandığı CSKA Moskova'dan, kulübün bütçeyi kısması sebebiyle ayrılan Messina, Florentino Perez'in Real Madrid'ine imzasını basmış. Tahmin etmek çok da zor değildi aslında. NBA olmazsa ve Avrupa'da herhangi bir takıma gidecek olursa, bu takımın adının Real Madrid olacağı, Perez'in gelişi sonrası iyiden iyiye tahmin edilebilir bir hal almıştı. Perez'in parayı dökmesinin yanında insanları etki altına alma konusununda da becerikli biri olduğunu düşünüyorum. Zira bu kadar üst noktadaki insanları getirmek sadece parayla açıklanabilecek bir olay değil. Uzun saçı ve uzun boyuyla Rijkaard'la arasında bir bağ kuran Haldun Üstünel'in biraz da parası olsa böyle bir tip ortaya çıkardı sanırım.

Fazla yavşadık, geri dönelim Messina'ya. 3 senelik sözleşme imzalamış, alacağı parayı bilmiyorum. Biraz önce Marca'nın sitesinden Barnebau'da yapılan imza törenini izledim ayrıca. Niye izlediğimi ben de bilmiyorum, İspanyolca bilmiyorum zira. Her neyse, Florentino Perez konuşurken telefonu çalmaya başladı, üstüne telefonu açıp kim aramış diye baktı, ondan sonra lütfedip kapatıverdi ve oradan birisine uzattı. Sen git Ronaldo'ları, Kaka'ları getir; imza töreninde telefonunu kapatmayı unut, olmadı Perez olmadı. :)

Ayhan Kalyoncu

Kendisinin antisi falan değilim kesinlikle, her ne kadar kötü bir coach olduğunu düşünsem de saygı duyarım, ki öyle de olması gerekiyor zaten. Hakan Demir'in gelişiyle birlikte ayrıldı Pınar Karşıyaka'dan. Açıklama yapmış bununla ilgili. Genelde bu şekilde takımdan gönderilen coachlar veya antrenörler yönetime ve kulübe ateş püskürürler, en iyi ihtimalle kırıldım vs. derler. Kalyoncu, bunların aksine olgunlukla karşılamış kararı ama açıklamanın diğer kısmı daha fazla ilgimi çekti benim.

Altyapıdan gelen oyuncuları A takıma kazandırmaya çalıştık ve ligde de iyi bir derece elde etmeye çalıştık demiş. Tamam, herkes farkında Karşıyaka'nın bütçe sıkıntısının ve dolayısıyla altyapıya gerekli önemin verilmesinin. Ancak bu takım yakın bütçelerle geçtiğimiz sene play-off yapıyordu iyi yabancı seçimleriyle. Ahmet Kandemir etkisi tabii. Hadi, orayı geçtim, her coach'un farklı meziyetleri vardır, sen ucuza iyi yabancılar getirmeyebilirsin. Oyun içi müdahelen ve teknik taktik bilgin de yeterli seviyede değil ama. Bunların yanında sürekli ağzından düşürmediğin altyapı olayına dair de herhangi bir şey göremedik sezon içinde. Bir, Beşiktaş Cola Turka maçı var Gökper Gen ve Furkan Aldemir'in çok ciddi süreler aldığı, ama o maçta da süreleri Ayhan Kalyoncu vermemişti bence, bu çocuklar kendileri almıştı söke söke. Zaten bu iki isim, ta aşağılardan beri ben geliyorum diye bas bas bağırıyordu, yani bu Gökper ile Furkan'ı oynatmak altyapıya önem vermek veya onları A takıma yükseltmek falan değildir bence. Bu kadar diyeceğim...

Seimone Augustus

WNBA'yi fazla takip etmem ama geçen yaz Seimone Augustus transferi sonra biraz ilgim arttı, bu sene de yaz vakti eve tıkılıp kalınca, geceleri NBA TV'nin verdiği maçları izler oldum. Augustus'un takımı olan Minnesota Lynx'in sezondaki ilk 2 maçı da verildi televizyondan, ikisini de izleyebildim ve çok çok iyi bir basketbol izledim Augustus önderliğinde. Sezona da 4-1 ile konferansın ilk sırasına yerleşerek başladılar, ki Minnesota vasat bir takımdır, şampiyonluk iddiası pek olmaz. Seimone Augustus, 24 sayı ortalamayla oynuyordu ve MVP yarışında ilk hafta en önde gözüküyordü. Maalesef, geçtiğimiz gece oynanan maçta yan çarpraz bağları koptu ve sezonu kapattı. Minnesota Lynx, muhtemelen play-off yapamayacak. Daha da kötüsü, sakatlık yaklaşık 5 aylık bir tedavi süreci gerektiriyor. Yani, Kasım-Aralık civarı düzelecek; devre arasına kadar da formunu ancak bulacak. Galatasaray'ı da zor günler bekliyor, aynı Minnesota gibi. Geçmiş olsun WNBA'in Kobe'si...